Öğrenecek ya da görülecek pek bir şey kalmadığını düşündüğümüzde, artık hayatın sonunun geldiğini düşünürüz. Zamanın dolmasını ve başka bir zamanın açılmasını istemektir aslında yaptığımız.
Çocukken böyle bir hal yoktur, çünkü çocuk sıkıldığında her an yeni bir kimliğe girme hakkını kendinde görür. Sinirliden gülene, üzgünden kıskanana, taklit edene geçebilir; doktordan korsana, korsandan zengin iş insanına dönüşebilir. Bazen kandıran olabilir, bazen kandırılan ya da başarıdan başarıya koşan. Ancak hiçbir hali bütün bir gün boyunca sürdürmez.
Biz çocuklarımıza hayatı düz bir çizgide olması gereken bir tavır gibi sunuyoruz. Okul, ardından üniversite, sonrasında iş ve devamında ya yalnız ve gelip geçici hayat arkadaşları ya da evlilik ve çocuk yapmakla sonuçlanan ve sonunda da kesin bir ölümün olduğu iki uçlu bir değnek. Ne yaşamaktan tam anlamıyla zevk alabiliyoruz, ne de ölümün geleceğini bilmekten vazgeçebiliyoruz.
İşlerimizin sıkıcı hale gelmesi öğrenmemizi engellerken, bazen de çok öğrenip o bilgiyle ne yapabileceğimizi bile bilmeden koşturup duruyoruz. Bazen bedenimizin güzelliğine, bazen paranın çoğalmasına veya bize ait nesnelerin ve nesillerin çoğalmasına konsantre olup hayatımızı sürdürüyoruz.
Bu sene Yunanistan tatilim mitoloji ile tekrar tanışmama neden oldu. Okudukça aslında her doğan çocuğun yarı tanrı, tanrı ya da insan olduğunu, her birinin hikâyesinde değişik niteliklerin bulunduğunu öğrendim. Bu niteliklerin, bazen korkulan özelliklere dönüştüğünü, bazen de bu korkulan özelliklerin nasıl da hayranlık duyulan özelliklere dönüştüğünü okudum. Her anlatı, her hikâye sanatsal bir film gibi. Her birinin sonunda iyiliğin ve sevginin galibiyeti olsa da içinden geçilen zor zamanların olduğu, kahramanlıkların yanı sıra hazırlıklarla dolu zamanlarla geçen yaşam hikâyeleri.
Biz ise, bu hikâyeleri çok hızlı bir şekilde yaşayıp bitirmek ve diğer bölüme hazırlıksız olarak atlamak isteyen bir yaşam sürüyoruz. En kısa şekilde, hatta hiç yorulmadan, hiçbir şey yapmadan var olmanın hafifliğini hissetmeyi, anın içindeki boşluğu algılamadan yaşayabilmeyi arzu ediyoruz. O boşluğun içinde kalınca ne olacağını kestirememenin korkusu, endişesi, içimizden çıkacak bilinmezi görmeyi reddetmemize neden oluyor.
An içinde olmaktan bahsederken geçen dersimde, anın ne olduğunu dinledim bir öğrencimden, orada kal ve bak ve sadece olanı algıla… “Yani… İşte ağaç varsa ağacı algıla” dedi. “Algıladığınızda ne oluyor?” diye sordum. “Anladığım kadarı ile anda kalıyorum ve bir şey düşünmüyorum” dedi.
Eğilimimiz, hissetmek yerine söyleneni anladığımız kadarıyla yapmak. Oysaki bir ağaca baktığımızda içindeki birçok hikâyeyi yaşayabilsek, nefes alıp verişini duyumsayabilsek, yapraklarının veya iğnelerinin içindeki değişken renkleri görebilsek, sanatsal yapısının içindeki güzelliği ve çirkinliği fark edebilsek…
Bedenimizle ya da hayat ile bağlantımızı da bu şekilde kurduğumuzda yaratıcılığımız ve yaratıcı olma gücümüz avuçlarımızın içinden kayıp gidiyor. Aynı okul sıralarında olduğu gibi sadece dersi geçmek ve okulu bitirmek için yaşar hale geliyoruz. Oysaki hayat dersi, bir dersi farklı şekillerde kaç kez alabileceğimizi ve o dersin içinde tarihten gelen, doğadan gelen, ortaya konulandan gelenlerin ne kadar farklı sonuçlarla hayatımızı değiştirebileceğini gösterir bize.
Anın içinde olanlara farklı bir bakış açısı geliştirebileceğimiz bir gün olsun! Namaste…