― Köpeği gezdirdim, diye mesaj atmışsın, bundan hiç hoşlanmadım anne, yani bana şimdi Cindrella gibi evi temizlememi söyleyeceksin ve ben o kadar ödev arasında bunu yapmak zorundayım. Sen hep kendini düşünüyorsun, bir iş veriyorsun vazgeçiyorsun, beklentilerinden dolayı ben de senin isteklerini yapmak zorunda kalıyorum. Yani şimdi ne demek istedin köpeği çıkardım demekle, bir söyle bakayım!?
― Köpeği gezdirdim, senin yapmana gerek yok kızım.
― Başka?????
― Başka bir şey yok, sadece ben köpeği çıkardım.
Bir anda kızım kahkahalarla gülmeye başladı ve “Çok kötüydü bu” dedi. Hâlâ gülüyordu.
Kötü olan neydi, beklentileri mi? Yoksa söyledikleri mi, benim hakkımdaki önyargıları mı. Yoksa hepsi mi?
50’li yaşlar bir garip, eskiden var olan bütün tabuları yıktığımız bir yaş imiş. Görmeyi seçtiğim, olanları yaşayarak tekrar yaratmaya başladığım bir çağ imiş 50’li yaşlar.
Marianne Williamson, “Değişim” adlı kitabında, “Bilincimizin rahminden doğuracağımız her şey, bedenimizin rahminden doğurabileceğimiz her şey kadar değerlidir.” diye yazmış. Her yaptığımız hareket bir sonuç doğurur, her sonuç bir değişim ve her değişim de bir seçimi.
Her seçim bizim yeniden doğuşumuzdur. Biz bilinç altımızdaki engelleri kaldırdıkça, tanrısallığımız ortaya çıkacaktır. Kontrol etmeye yönelik arzu ve isteklerin azalması ile basitliğe döneriz. Utanmak yerine kendimizi buluruz, her durumda saklı olan fırsatları ve tuzakları buluruz. Farkında kalarak, sorumluluklarımızı almayı ve ılımlı olmayı öğreniriz. Yani denilenle düşündüğümüzü sentezlemeyi ve kendi yöntemimiz ile bütünün görüşünü birleştirmeyi beceririz.
Değişimler, bizim bütünlüğümüzü sağlamlaştırmak, çeşitliliğimizin farkına varmamızı sağlamak içindir. Eğer biz buradayken ruhsallığımız başka bir yerde ise ikisinin arasındaki ayrılık, bizim ayrılmamıza neden olur.
50’li yaşlarıma doğru hızla ilerlerken, savaşmayı bırakıp, tam da olduğum yerde olmaktan mutluluk duymanın tadını çıkarırken, bu koşulların bana rağmen ve benle birlikte değişeceğinin bilgisini ve heyecanını taşıyorum.
Namaste…