“İnsanlar, tam olarak hakim olamadıkları korku, öfke, çaresizlik ve umutsuzluk gibi dayanağı ve mantığı olmayan duygulara kendilerini adeta mahkum ederler.” Van der Kolk
Bu cümleyi okuduğumda büyüdükçe aslında bilinmezden ne kadar da korkan bir varlığa dönüştüğümüzü fark ettim. Duygularımız bizim bilinmeyenlerimiz. Ve her duygu yükselişi bizi çaresizliğe itiyor, bu yüzden taklit etme yeteneğimizi kullanarak bilir hale geldiğimizi düşünüyoruz. Taklit ettikçe ve bazı bilinirlikler ortaya çıktıkça varoluşumuzun kolaylaştığı düşüncesi yerleşiyor içimizde.
Duygularımdan bazılarını, kendimi daha iyi tanımak için kendimce tanımlamaya başladım. Çaresizliği; bağ kurmak, yardım almak, deneyimden öğrenmek için kullanıyorum.
Öfkeyi; sınırlarımı tanımak, anlaşma alanı açabilmek ve bastıramadığım bazı hallerimi nasıl ortaya dökebileceğimi anlamak için kullanıyorum.
Korku ve endişeler ise, bir duruma hazır olup olmadığıma karar verebilmeme yardım ediyor.
Duygularımı ne zaman, nerelerde ve nasıl kullandığımı fark etmek, mantığı olmayan bir duygumu tanımlamadan kullanmaktan alıkoyuyor beni. Bu alıkoyuş, bir nefes alış ve veriş ile bakış açımı o anın gerçeğine getiriyor.
Siz kendi duygularınızı anlamayı denediniz mi? Anın gerçeğinden kaçmadan, bir zamanlar bir olay karşısında hissettiğiniz duyguyu her seferinde ortaya koymadan, o olayın gerçeğine göre davranmanın verdiği hazzı tattınız mı?
Olaylara sadece oldukları anda cevap verirken kendinizi gözlemleyin; sonra kendinize bir sorun: Şimdi verdiğim cevap bu an ile bağlantılı mı? Yoksa öğrendiklerimin bir yansıması mı?
Hayatın içinde anlam arayışımızdaki detayları fark etmeye, karşımızdakini ve kendimizi şefkatle büyütmeye yarayan araçlar. Duygularımızı, kendimizi ve olanları anlamaya çalıştığımız anlar.
Namaste!