Çok eski zamanlarda Japonya’da bir hırsız varmış. Bu hırsız hiçbir şekilde yakalanamamış, hatta evine gireceği kişileri de girmeden uyarırmış. “Bu akşam dikkatli ol, geleceğim.” diye. Gene de yakalanmamış. Her geçen gün ünü daha da artmış ve artık herkes kendini, onun evine girmesinden dolayı özel hissetmeye başlamış. Seksenli yaşlarına geldiğinde oğlu bir gece, “Baba sen çok ünlü bir hırsızsın, mesleği devam ettirmem için sırlarını bana anlatmak istemez misin?” demiş.
Hırsız, “Bu bir sanat olsaydı zaten sen sormadan anlatırdım, ancak bu ne bir zanaat, ne bir beceri, ne bir vasıf, ne de bir ustalık. Bu sadece bir hüner işi, eğer istiyorsan sana bir şans vermeye hazırım, belki hünerin bir köşesinden sen de tutabilirsin.” demiş.
Beraberce imparatorun sarayına gitmişler. Babası, sanki kendi evinde bir iş yaparmışçasına sabır ve sükûnet ile tek tek tuğlaları yerinden çıkararak bir delik açmış duvara, o delikten içeri girmişler. Baba, sanki günlük yürüyüşünü yapar gibi, gece dünyanın en tehlikeli yeri olan sarayda sessiz ve sakin adımlarla yürüyormuş. Oğlan endişe ve korku ile dolmaya başlamış bile. “Neden babam buraya girdi ki, keşke daha fakir bir evden başlasaydı.” gibi düşünceleri aklından geçirirken sarayın en dipteki odasına girmişler.
Hırsız, “Dolabın içine gir, orada imparatorun en değerli hazineleri var, sen onlardan istediğini al, ben seni dışarıda bekliyorum.” demiş oğluna.
Oğlan dolabın içine girmiş, gördüklerini şaşkın gözlerle seyrederken babası kapıları kapayıp kilitlemiş ve “Hırsız var, hırsız var!” diye bağırmaya başlamış. O anda oğlan ne olduğunu şaşırmış, babasına kızacak hali de kalmamış ve ne yapacağını bilmez halde dolapta donakalmış. Kalabalık, etrafta koşup her yeri ararken, bir hizmetkâr dolaba bakmış, kapılar kapalı. O sırada içeriden fare sesine benzer bir ses duymuş. Elinde mum, dolaba doğru yaklaşıp kapıları açtığında oğlan can havliyle dolaptan fırlayıp koşmaya başlamış. Aynı madalyaya koşan bir atlet gibi saraydaki bütün nöbetçilerin arasından sıyrılmış ve geldiği delikten çıkmış, saray görevlileri de ardından. Koşarken birden uçurumun kenarına gelmiş. Bir an soluklanan çocuk, büyük bir taşı alıp uçurumdan aşağı atmış, taşın gürültüsü vadide çınlarken o yoluna devam etmiş. Kralın askerleri ellerinde meşaleler, uçurumun kenarında durup uçurumu aydınlatmaya çalışmışlar ve küçük patika yola girmeden geri dönmüşler, hırsızın atladığını düşünerek.
Oğlan sabaha karşı eve döndüğünde, babasını yatağında uyur bulmuş. Uyandırmaya çalıştığında, babası gözlerini bile açmadan, “Bana neler olduğunu anlatmak istiyorsun biliyorum, ancak şimdi yoruldun ve heyecanlısın. Onun için temizlen ve dinlen, sabah olduğunda konuşuruz, ancak şunu da bil. Sen de usta hırsız olma hünerini keşfettin, bu sorulup öğrenilecek ve anlaşılacak bir şey değil. Bu zihninden de derin bir şey, bu yaşanacak bir şey…” demiş.
Biz de her gün hünerlerimizi keşfetmek için yola çıkıyoruz, bazen korkuyor, bazen endişeleniyor, bazen geri adım atıyoruz. Bazılarımız denemeyi sürdürüyor, bazılarımız ise hiç denemiyoruz. Hayat bir kitap değil, anlatılacak ve formüllere dökülecek bir ders de değil. Hayat en yaratıcı halimizle bizi bekliyor. Yaptıklarımızı; bizi ünlü, büyük bilim insanı, peygamber, en iyi, en zengin hale getirsin diye yapmak yerine, sadece sevgiyle yaptığımızda insanlığımızın en saf haline ulaşırız.
Yeni yılda en saf halimize ulaşmak dileğiyle…