― Anne sen istemiyorsun, ben de isteyip istemediğimi bilmiyorum, niye ben karar vermek zorundayım.
― Senin arkadaşın kızım, o yüzden, sonrasında beni suçlamanı da engellemek amacım, ayrıca kendini tanı ne istiyorsun ne istemiyorsun, gerçekten önemli mi?
― Öf anne öf, hep bu “piskolog” yönün…
Kendimizi tanımayı sevmeyiz, tanımlara karşı çıkmayı sevmeyiz, hele ki temasta kalıp o an istediğimizle sonra hissettiklerimizin aynı olmadığını görmek daha da yıpratıcıdır bizim için. Karar vermek için istemek, istedikten sonra o isteğin gerçekleşmesi için yollar aramak, kelimeler bulmak, sonrasında bazen beklemek, bazen de hemen harekete geçmek, geçtikten sonra ona ulaştığımızda hissettiklerimizi anlamak, tanımak, dokunmak, temas etmek ve sonunda yaşadıklarımızla baş başa kalıp biraz zaman geçirdikten sonra ayrılmak. Hayatın döngüsünü böyle anlatmıştı Özge Hanım bana.
Cesaretin, korkunun, güzelin, çirkinin ve belki de hiçbir tanımın olmadığı bir yer burası, istek tanımlandıktan sonra da, yaşananlardan ayrılınca da bir çukur burası, hiçbir şeyin olmadığı yeni bir isteğe, niyete, dileğe veya arzuya açılan bir kapı sadece.
Süreklilik insanı ayakta tuttuğu gibi, yorar da. Boş kalmak, rahatlamak, sakinleşmek ve bir an bakabilip sadece orada durabilmek de gerekir. İçine dalmadan tadını alabilmek, sıcaklığını, soğukluğunu hissedebilmek, güzelliğini çirkinliğini, iyiliğini kötülüğünü… Sadece farkına varmak. Her birimiz bunlardan kaçarak toplumun bir parçası oluruz, denileni yapan, denemeyi korkarak ve cesaretsizce ve isteksizce yapan, bencil bir insan.
Söylediğimizle yaptığımız, düşündüğümüzle uyguladığımız, hissettiğimizle eyleme geçirdiğimiz tutmaz kendi içinde, ikililiği yaratırız dünyamızda.
Yogada ikililik kalkar, dikkati gerektirir yoga, bilmeyi değil uygulamayı, itaat etmeyi değil denemeyi, bazen bırakmayı, bazen de yola devam etmek için aynı şeyi sürekli deneyerek yenilikleri bulmayı, kendimizi tanımayı gerektirir.
Karar vermenin tadına varacağınız bir hafta sonu dileğiyle…