− Babana yaradı haplar, bayağı düzeldi. Ee ben de şu spora bir başlayım, teyzenin hastalığı bittikten sonra, iki seneye bir şeyciğim kalmaz.
Garip, ablak ve anlamaz bir durumda annemi seyrediyorum, sabah güneşinin altında.
− Güneş henüz o kadar yükselmedi anne, beni güneş çarpmış olamaz, ne diyorsunuz? Herkes farkında artık babamın hastalığının, bakkal bile geçmiş olsun, dedi.
− Ben de biliyorum da, mış gibi yapmak istiyorum…
Zor annemin, benim, babamın, yaşlıların ve dünyada yaşayan ve ölüme mahkûm herkesin durumu.
“Her canlı mutlak ölümü tadacaktır.”
Ölmeden önce ölmeyi öğrenmek, söylendiği kadar kolay değil. Her birimiz kendi “anlamlı” dünya işlerimizle uğraşırken fark etmiyoruz, ne kadar da bağlandığımızı, bağımlandığımızı, kör olduğumuzu, korktuğumuzu. Neden korkuyoruz? Ne var ölünce? Bırakılıp gidilecekler mi, yaşadıklarımız mı, yaşamadıklarımız mı korkutuyor bizi?
Yogada en zor hareketin savasana olduğu söylenir. Savasanada olan sadece biziz, var olan da olmayan da, rüya gören de, uyuyan da. Savasanada sadece nefes var, nefes yani yoganın dördüncü basamağı pranayama.
Nefesimize yani bu dünyada bizim varlığımızı sağlayan tek gerçekliğe odaklandığımızda, nefesimizin kısa mı uzun mu, heyecanlı mı, sinirli mi, telaşlı mı, üzgün mü olduğunu anlarız, var olanda yani vücudumuzda var oluruz. Böylelikle vücudumuzu hem dıştan hem de içten görme yetisine sahip oluruz. Nefes ile vücudun nasıl meydana geldiğini, neler geçirdiğini ve nasıl güçten düştüğünü izleriz. Nefes ile farkındalığımız tam da anda kalır, gerçeklik anında, sadece nefeste ve nefesin aktığı vücutta. Böylelikle dünya ile aramızda tek bir bağın olduğunu anlarız. Ne fakirleşebilir ne zenginleşebiliriz, sadece olduğumuzla özgür olabiliriz.