MÖ 1500 yılında Mısırlıların, renklerle terapi yaptıklarına dair parşömenler ortaya çıkarılmıştır. Yunan felsefesinde renkler, daha çok bilim ve oluşum yönünden ele alınmış olsa da renklerin tekrar terapi ve felsefe olarak ortaya çıkışı Ortaçağ’da yaşanmıştır. İsviçreli Simyacı Paracelsus, renkleri müzik ve bitkilerin gücü ile birleştirerek hastaların iyileştirilmesine yardımcı bir bilim dalı olarak kullandı. 17. yüzyılda ise Sir Isaac Newton, spektrumun ışığın karışımı olduğunu ortaya çıkardı.
19. yüzyılda Johann Wolfgang von Goethe’nin “Renk Eğitimi” adlı kitabında renklerin duygularımıza etkisi konusuna değinilmiştir. Aynı yüzyıl içinde Edwin Babbitt tarafından yazılan “Işık ve Renklerin Prensipleri” adlı kitapta Chromatherapi’de renklerin kullanımından bahsedilmektedir.
Ancak penisilinin bulunuşu ile renklerin iyileştirici etkisi, en azından Batı’da, SAD yani mevsimlere bağlı depresyon hastalığı olarak ortaya çıkana kadar unutulmaya mahkûm olmuştur.
Yoga’da ise renkler çok önemli bir yer tutmaktadır. Kundalini Yoga’da çakra renkleri ile çalışılarak, hem vücudun hem de ruhun kuvvetlendirilmesi amaçlanır. Çakra renkleri, hastalıklar veya kaybettiğimiz istikrar ve dengenin tekrar yerine oturtulması için meditasyonda kullanılır. Sebzelerin renkleri ile de tedavi ve diyet metodları olmasına karşın bunların çoğu henüz bilimsel olarak kanıtlanamamıştır.
Her ne kadar bilimsel olarak sonuçları bulunmasa da, bembeyaz bir elbise giydiğimizde hemen yazın aklımıza gelmesi, içimizin ısınması ya da yüzümüzün solukluğunu almak için sürdüğümüz kırmızı ruj,
kızlarımız için seçtiğimiz pembeler, oğullarımız için aldığımız maviler, her biri muhakkak hayatımızda bir anlam taşımakta ve bizi ta derinlerde bir yerden etkilemektedir.