Kendimizi incelemek, ne zaman ve hangi konuda ne düşüncede olduğumuzu bilmek kadar zor ve karmaşık gelen bir şey yok bize. Oysaki karşıdaki hakkında çok çabuk yorum yapıp ayrıntılarıyla ne düşünebileceğini, ne hissettiğini, ne zaman ve neden hissettiğini bildiğimizi zannediyoruz. Karar veriyor, bir de ona göre davranıyoruz. Halbuki deneyimlemediğimizi bilemeyiz, hissedemeyiz.
Dün konuşma ve diksiyon için almaya başladığım derslerin ikincisine gittim. Özgür Bey bana burnunun üstünde hissediyorsun değil mi titreşimi, dediğinde tam da bilemedim. Sonra onu dinlediğimi sanmaktan vazgeçtiğimde ve izlemeyi bıraktığımda, çileklerin görüntüsüne bakmadan gözlerimi kapayarak telaffuz ettiğimde sesimin ne kadar yumuşak olduğunu, titreşimin ise burnumla dudağımın arasına kadar geldiğini hissettim, o zaman sesin burnumdan çıkmadığını fark ettim.
O zaman fark ettim, kaba, katı, sert bir o kadar güçlü olduğumu. Olmak için dişlerimi sıktığımı, sıktığımda kendimi kastığımı, kastığımda yaratıcı olamadığımı, yaratıcı olmayınca günün getirdiklerine ne kadar da kapalı olduğumu. Şükretmenin anlamını, hakikaten görebilme kavramını ancak bu kadar dikkatle kendime bakabildiğimde gördüğümü fark ettim. Körlük bir hastalık değilmiş, körlük hepimizin ortak bir haliymiş.
Neyin doğru olduğunu bulmak demek, aslında ne kadar yumuşaklık olduğunu görmek ve nasıl yumuşak olunabileceğini ve şefkatin ta derinlerde bir yerde saklı olduğunu anlamakmış.
Gözlemleme, bilgi açlığı içinde dolanmak, yeri hissedebilmeyi deneyimlemek aslında körlüğün ve öğretilerin amacıymış. Şefkati hissedebilmek kısa bir süreliğine de olsa beni buldu.
Büyük bir çalışma, disiplin ve istek gerektiren bir çalışma imiş aslında kendini bulmak.
Ancak açık, yargısız alanda ne hissettiğimizi bilebiliriz. Ancak kendi gerçeklik versiyonumuza kapılmadığımız açık bir alanda, başkalarıyla birlikte olmamızı ve onlarla doğru iletişim kurmamızı sağlayacak şekilde başkalarının gerçekte kim olduğunu görebilir, işitebilir ve hissedebiliriz.
Pema Chödron
Namaste…