Tatil sırasında kızımla bir tırmanışa kalkıştık, Kanadalıların pek sevdiği bir spor dalı yürümek, tırmanmak. Bana göre mi? Bilemedim. Tırmanmaya başladığımızda ilk adımlar güzeldi. Bir orman ve biz yürüyoruz, gittikçe dikleşen bir çıkış içinde bulmaya başladık kendimizi, uzaklara baktıkça hiç varamayacağım bir çıkışı aradığıma kanaat getirmeye başladım. Gözüken bir şey olmadığı gibi, görünenin sonundaki daha da korkutucu bir yol gibiydi.
Kısa bir mesafeyi gözüme kestirip o kadar alanda görüşümü sabitlemeyi seçtim, görüş alanımı ne kadar daraltırsam bir o kadar kısa sürede gideceğim yere varabiliyordum. Her varıştan sonra bir dinlence… Durmak, sabretmek, bakmak, görebilmek… Kesinlikle bir olayın sonunu kestirmeyi gerektirmiyormuş. Her şeyin olduğu gibi, dağın da bir sonu veya bir bitişi var.
İşlerimizi yaparken, kesinlikle güvence arayışı ile bir son bekliyoruz. Fark etmediğimiz ayrıntı ise her yapışta sonun yapı taşlarını üst üstte koyduğumuz. İçimizde birleştirip, yeniden yapılandırdığımız bir yolun bilinirliğinde ilerlemeyi seçmek ise bizi yolumuzdan alıkoyduğu gibi, kalbimizin sesini dinlememeye de iter.
Yogada hareketleri yaparken bir anlık durmayı, bir anlık yavaşlayıp sonuna gelmeden hareketin güzelliğine bakmayı, hareketin kendisini yorumlamayı, bedenimizde neler yarattığını anlamayı, bedenimizde yarattığı duygunun bizim için anlamını kavramayı başardığımızda, kusurlu ya da kusurlu olmama duygusunun, başarılı ya da başarısız olma hissinin dışında ikiliğin olmadığı, sadece var olduğumuzu kavradığımız bir alanda var olmaya başlarız.
1.250 metrelik, kısa sayılabileceğini daha sonraki günlerde anladığım bu ilk yürüyüş sadece var olabildiğim bir alanda kalmamı sağladı.