Bundan tam 6 yıl önce, kırmızı bir surat, çantam bir yerde, yakam kaymış, ben benden çıkmış halde çaldım Birol Bey’in kapısını, açtığında bir sakinlik;
− Geç kaldım, pardon.
− Daha işim bitmedi, salona geçin ve bekleyin lütfen.
Pek de iyi tanımıyordum Birol Bey’i, hem utandım hem de biraz kızdım. Ben bütün trafik kurallarını ihlal ediyorum geç kalmamak için, o ise daha işim bitmedi, diyor. O yaz günü, beni terapi için odasına aldığında;
− Saatinizi çıkarın.
− Nasıl, o zaman nereden bileceğim nerede, ne zaman, nasıl ve ne gün olmam gerektiğini. Ya bugünkü gibi tam vaktinde orada olamazsam.
− Bugün saatiniz olmasına rağmen geç kalıyordunuz değil mi?
Ne diyeceğimi bilemedim. Bir anda evet, evet, ne olmuş yani, ee, deyip dil çıkarsam? Bir de korku sardı her yanımı, saati bilmeyince, her şeye yetişemeyeceğimi düşündüm bir anda, hatta telefonlar, e-mailler, onlar ne olacak, hepsine zaman ayırmak gerek, ama saatim olmazsa zaman ayıramam, hatta zaman da olmaz.
O gün çıkardım saatimi korkarak, tam 6 yıl oldu. Zaman mevhumunu kaybettim, artık ne zaman kısıtlaması ne zamanı iyi planlama ne de programlar kaldı. Hatta saat mevhumunu da yitirdiğimi bugün anladım. Her birimizin süper akıllı telefonlar sayesinde, saatlerimizin yanı sıra, sayaçlarımız ve kronometrelerimiz bile var. Yoga egzersizleri sırasında hareketin içinde (söze dikkat çekmek isterim) yeterlisüre kalabilmek için sayacı ayarladım. Sürenin bitiminde her ne kadar hareketlerin uzunluğu bana bir dakika gibi gelse de tam 45 dakikayı hiçbir şey anlamadan geçirmiştim.
Hâlâ bir kontrol bağımlısı olsam da artık zamanın sonsuz olduğunu kavradığım bu evrende yaşamayı, onun içinde dingin kalmayı ve endişesizce hareket etme özgürlüğümü çok seviyorum.