Zaman, hiç yetmiyor hissi ile yaşıyoruz. Gün içinde hep ona buna zaman kalmadı diyerek işlerimizi yarım yamalak hallediyoruz. Halbuki eskiden saatler henüz ortalığa çıkmamışken, sabah, inekleri otlatma saatinde, güneş doğarken, güneş batarken, hasat zamanı gibi doğa saatini kullanabilme imkânına sahiptik. 14. yüzyılda ilk saatler ortalığa dökülüp sokakları kaplamaya başlamış Avrupa’da. Sonra her geçen gün “gelişen, büyüyen ve modernleşen” dünyada hiçbir şeye yetişemez olduk.
Yetişememek aslında zevk almadığımız işlerin toplamı oldu, zevk almadıkça zamanımızı daha çok para ile satar ve para ile zaman alır olduk. Parayı harcayarak modernleştik, modernleştikçe daha çok zamana sahip olmak için geliştirdik. Oysa istediğimiz ve özlediğimiz rahat zamana bir türlü erişemedik.
Anlamadığımız veya bir türlü dile getiremediğimiz, zamanın biz ve yaşamımız olduğu idi. Sabahın ilk saatlerini belki biraz iş halletmek veya sadece huzuru ve sessizlikteki sessizliği hissetmek için kullanmak ya da geç kalkma lüksüne sahip olanlar için, yaptıkları işi bitirdikten sonra bir süreliğine camın kenarında oturup bir çay içme keyfini çıkarmak, sadece olmayı bilmek.
Yoga için zaman ayırmak sadece hareketleri yapmak değil, sessizlikteki sesi duymaktan geçer. Yoga ile tanışmak, içimizdeki sessizliği duymakla başlar.
Yaşamı hissedebilme gücüne erişmek ve içimizdeki gücü dışarıya yansıtabilmek ümidiyle…