Bizler hep bilmek isteriz: Hayatımız nasıl olacak, neler olacak, nereye doğru gidecek, nelerle karsılaşacağız… Sorular cevapsız kalır ve hayatı bir bekleme odasına dönüştürürüz. Bugün yapılacaklar, bunun sonucunda meydana gelecekler… Zaman ilerledikçe bu, saatleri sayarak, saatlerin sayısını artırarak bize verilen zamanın geçmesini beklemeye dönüşür.
Zaman bizim güvenliğimiz, yardımcımız ve aynı zamanda düşmanımızdır. Onsuz olamaz, onla da olamayız. Zamanımız yetmeyecek korkusuyla ya da zamanımız var diyerek isteklerimizi erteleriz. Deneyimlemek istediklerimiz zamana sığmayacağından, lazımları önceye alır, gerçekleştirebileceklerimizi ve istekleri bilmediğimiz bir sona bırakırız.
Bilinmez sonda ise istediklerimizin değiştiğini, yapabileceklerimizin azaldığını, kabiliyetlerimizin kısıtlandığını görürüz. İsteklerin uygunluğunu, uygunsuzluğunu, parayı, yapılması gerekenleri düşündükçe bekleyen, bildiğini zanneden, deneyimlerin çeşitliliğine varamayan ölüler haline geliriz. Zaman içinde ne istediğimizi, niye istediğimizi unutur, memnuniyetsizlikle yaşar ve yaşanmışlıklarımızı tekrar eden, güvensiz, yalan bir dünyanın sınırlarını her gün daha da küçültürüz.
Boyumuz kısalır, bedenimiz farklılaşır, aklımız farklılaşır ve bizler bildiğimizi sandığımız ölümle karsılaşmayı bekleriz. Yaşanacakları yaşayabilmek, güven, cesaret, kararlılık, içsel bilgi, canını bilmeyi gerektirir. Burada herhangi bir biliş, bir yöntem olmadan duyuların kullanımı ile bir hareket hali vardır. Bilmezliğimiz; güvensizliği, minnettarlığı, taklidi, yalanı, şiddeti ve daha birçok bilindik duygu ve davranışı doğurur.
Ne olur, ne olabilir, ne olacak demeden yasayabilmenin hafifliğine erişebilsek. Beklemesek zamanı!
Namaste.