Aslında teknoloji, çalışma saatleri, mobil telefonlar ve internet ile yapılabilen her şey işimizi kolaylaştırmak için ortaya çıkmış olsa da, kazandığımız zamanla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Her şeyi, daha fazla zaman bulmak adına neden acele ile yapıyoruz?
Her şey daha fazla, daha çok, daha erişilebilir oldukça bizim de beklentilerimiz, hiç bir yerde beklememek, her şeyi istediğimiz anda ve istediğimiz günde bitirebilmek adına arttıkça artıyor. Daha bencil ve daha beklentili bir toplum, daha beklentili insanlar olmaya başlıyoruz.
Teknolojik gelişmeler, insanların isteklerine göre ayarlanan çalışma saatleri, eve gelen kıyafetler, televizyondan seçilen ev aletleri, mobilyalar bizim yaşama ritmimizi tamamen alt üst etti. Herhangi bir disiplin, uyulması gereken sınır kalmadıkça şımaran, şımardıkça ne yapacağını bilmeyen insanlar haline geldik.
Olan zamanı kendimizi tanımak yerine neler değişebilir, zamanı nasıl kontrol edebiliriz ve zamanı kontrol ettikçe ölümden nasıl uzaklaşabiliriz düşüncesiyle geçiriyoruz. Bu nedenle iyice kendini eve kapatan, yalnız kalan insanlar olmaya başladık.
Ölümden kaçmak ve zamanı fazlalaştırmak yerine yaşadığımız anın zevkini çıkaran, beraberliği internetten paylaşmak yerine kişilerle yüz yüze geçirdiğimiz zamanı artıran, kitap okuyan, bedenini tanıyan, hastalıklarında bedenine bakan insanlar olmak unuttuğumuz bir hayat tarzı.
Çabuk düşünmek yaratıcılığı getirmez, çok çalışmak çok parayı ve fazla şöhreti bize katmaz. 2002 yılında yapılan Harvard Üniversitesi araştırmalarında, baskı altında kalarak, daha az işi daha çok zamanda yapabildiğimiz ve daha zor yollardan çözer hale geldiğimiz kanıtlanmıştır.
Kafamızı boşaltmak, kendimizi tanıyabilmek, kendimizin farkına varabilmek, yoganın bize sunduğu bir lükstür. Zamanı iyi kullanmayı, zamanı kullanırken ihtiyaçlarımızı keşfetmeyi, ihtiyaçlarımızı keşfederken daha yaratıcı olup diğerlerine de hizmet edebilmeyi öğreniriz.
“Yapılmaya değer her şey, hissederek yapılmaya değerdir.” Mae West
Namaste!